Düşünüyorum, Öyleyse Müslümanım

felsefe-ve-islam-plblhy.jpg

İnsan düşüncesinin en soyut ve derin alanlarından biri olarak kabul edilen felsefe, insan aklının ulaşamayacağı pek çok hakikati ortaya koyan dinimiz karşısında ziyadesiyle yetersiz kalmıştır. Bu yazıdaki yegane gayemiz, felsefi okumalar üzerine yoğunlaşan okuyucularımızın bu alanda okuma kültürünü tekelleştirmesini önlemektir. Çünkü yalnızca felsefi okumalar üzerine yoğunlaşmak, anti bir tez okunmadığından dolayı bu alanın haklı olduğuna hükmetme ve yalnızca haklı olduğu düşünülen bu alanda tefekküre yol açacaktır. Dolayısıyla okuyucu, kendine bir çember çizerek, kendini bu alanda sınırlamış olacaktır. Bu alandaki doğru ve yanlışlarla yetinecektir. Oysa ancak sorgulayan bir okuyucu, gerçek hakikate ulaşabilir.

Felsefe, ahlaki normlar konusunda göreceli yaklaşımlar sergilemiştir. Felsefi sistemler konusunda Antik Yunan Felsefesinde Sokrates ve Platon, ahlaki idealleri belirlemeye çalışmış, ancak mutlak bir ahlak anlayışı ortaya koyamamışlardır. Kant’ın etik anlayışı da soyut prensiplere dayandığından dolayı günlük hayata uygulama konusunda tam bir fiyaskodur. Şanlı dinimiz İslam ise tüm bunlar karşısında muhteşem bir anlam bütünüdür. Buna mukabil, diğer dinlerden farklı olarak İslam, insanın günlük yaşantısına müdahale eder. Bir Müslümanın yaşam düsturunu, bütünüyle belirler. Ahlakı, insan fıtratına en uygun şekliyle belirleyerek evrensel ve uygulanabilir normlar ortaya koymuştur. Nitekim namaz, oruç, zekat ve hac gibi temel ibadetlerimiz, insanı hem bireysel hem de toplumsal olarak ahlaki bir disipline sokar. Felsefenin ahlak sistemleri ise pratik hayata uygulanamayan, soyut ilkelerle sınırlı kalmıştır.

8. ve 12. Yüzyıllar arasında İslam Medeniyeti, Endülüs’ten Bağdat’a kadar geniş bir coğrafyada bilim, sanat ve teknolojide büyük ilerlemeler kaydetmiştir. İslam, felsefi görüşlerin ötesinde, toplumsal yapıyı düzenleyen büyük bir uygarlık inşa eden pratik bir sistem olarak üstünlüğünü göstermiştir. İlahi bir sistem olan şanlı dinimiz, asırlar boyunca farklı toplumları birleştirmiş, tüm bu fiiliyatı ile kudretini göstermiştir.

Orta Çağ Felsefesi, özellikle Hristiyan Skolastisizmi, bilimle çatışan birçok dogma üretmiştir. Dinimiz ise bilimsel keşifleri destekleyen, doğayı ve evreni araştırmayı teşvik eden, nice ayetlere sahiptir. İbn-i Heysem’in optik çalışmaları ve El Cezeri’nin mühendislik keşifleri, İslam’ın bilimle olan ilişkilerini gösteren delil niteliğinde misallerdir. Buna karşılık Batı Felsefesi, uzun yıllar boyunca bilimsel gelişmeleri baskı altına almış, Orta Çağ Avrupası’nda skolastik düşüncenin egemen olduğu zamanlarda bilim adamları, Engizisyon Mahkemelerinde yargılanmıştır.

Milletimiz üzerindeki etkisini göz önüne alarak İlk dikkat çekmek istediğimiz nokta, matematik ilmidir. Felsefecilerin matematik ilmine bakıp da oltaya düşen ziyadesiyle okuyucu vardır. Zira matematik bilgileri karşısında hayrete düştüğü felsefecilere karşı öylesine büyük güveni vardır ki; eğer dinin bir hakikati olsaydı, felsefecilerin bu hakikati kavrayacağını ve benimseyeceğini düşünür. Bu hayranlıkla beraber taklitçilik başlar ve kişi küfre bulanıp kendini ziyan eder. Çünkü onlara öylesine hayranlık duyar ki, doğru yolun dini inkar etmek olduğuna hükmeder.

Hakikatte ise bu insanlar, hakikat arayışına çıkmış değillerdir. Kulaktan dolma bilgileri, yahut da okuduklarını, sorgulamadan kabul etmişlerdir. Bu insanların en büyük yanılgısı, bir alanda uzmanlaşmış kişileri, her alanda çok bilgiliymiş gibi kabul etmeleridir. Oysa insanlar kabiliyetlerine göre sınıflara ayrılmışlardır. Bu ilk felsefecilerin matematik hakkında söyledikleri, kesin delillere dayanır. Fakat ilahiyat alanındaki görüşleri, yalnızca tahminlerden ibarettir. Bu tahminleri, kesinlik kabul etmek ise kişinin kendine yaptığı zulümdür.

Bu kimselerle hakikati tartıştığımızda görüyoruz ki, nefisleri galip gelir ve felsefecilerin sözlerini tasdik etme gereği duyarlar. Kendilerince tefekkür ve araştırma çabasına girmezler. En vahimi ise hakkında bilgi sahibi olmadıkları bu meselelerde üst perdeden konuşurlar. Bilmezler ki, “Helal dört, haram beşten büyüktür.”

Bu insanlarla aynı safa koyacağımız diğer bir kesim ise felsefi bilgilerin tümünü reddedenlerdir. Bu kimseler, güneş ve ay tutulmasını dahi reddederek cehaletlerini ortaya koymuşlardır. Bu tavırlarıyla insanların felsefeye yakınlaşmasına ve İslam’dan uzaklaşmasına sebep olmuşlardır. Bu örnekten hareketle karşımıza çıkan netice, cahilin her türlüsü tehlikelidir. Efendimizﷺ, güneş ve ay tutulduğunda namaza ve zikre davet etmiştir.

Günümüz dünyasında sosyal medyada en çok darbe, mantık ilmi üzerinden alınmaktadır. Bu durum, acınası ve gülünçtür. Zira insanlar, mantık ilmiyle konuşan bazı agnostik şahısların görüşleri karşısında hayrete düşüp, bu görüşü benimsemektedirler. İşin gülünç tarafı, bu kimseler mantık ilminden bihaberlerdir. Bununla beraber dinleyicilerin mantık ilmi üzerindeki cehaletleri, bu kişilerin mantık ilminde alim oldukları düşüncesine kapılmalarına sebep olmaktadır. Oysa mantık ilminin İslam’la bir çelişkisi yoktur. Mantık ilmine göre ilim, tasavvur ve tasdik olmak üzere ikiye ayrılır. Tasavvur, Hâd; tasdik ise burhan aracılığıyla bilinir. Bu bilgilerde kelamcıların ilgilendikleri konularla benzerdir.

Bu kimseler, mantık ilminde burhan (yani kesin delil) için şartlar ile sürer. İslami konuları konuşmaya gelince, bu şartlara bağlı kalmazlar. Bu şartlara bağlı kalmadıklarından dolayı da kendi içlerinde ziyadesiyle fikir ayrılıkları bulunur.

Felsefecilerin en başarılı sözleri, siyasi ilimler üzerine söyledikleri sözlerdir. Buradaki sözler, insanlığa faydalı ifadeler içerir. İdari işlerin yürütülmesindeki bu başarılı sözleri ise peygamberlerden ve onlara indirilen kitaplardan almışlardır. Felsefecilerin bazıları ise sufilerin sözlerini alıp, kendi söz kalıbında ve kendisine aitmiş gibi sunmuşlardır. Bu noktada Müslümanlar dikkatli olmalıdır. Çünkü bu sözleri reddetmek de kabul etmek de tehlikelidir.

Doğru sözü en yanlış kişide söylese, söz hakikatinden bir şey kaybetmez. Dolayısıyla sözü, söyleyene göre değil özüne göre değerlendirmek gerekir. Müslüman, ilim sahibi olmalı ve kendine güvenmelidir. Zira İmam Gazali’nin buyurduğu gibi “Sahtesiyle gerçeğini ayırma yeteneğine sahip bir sarraf, karşısındaki ne kadar usta bir kalpazan olursa olsun, elini kalpazanın kesesine daldırmaktan çekinmez.” Bu sözden hareketle Müslüman, 100 yıllık aşağılık kompleksinden kurtulup, koca bir imparatorluk varisi olduğunu hatırlayıp, feraset  ve dirayetle mücadele etmelidir.

Evvela ayırt edilmesi gereken mühim bir mesele vardır: Felsefe, insanın varlık, bilgi ve ahlak üzerine geliştirdiği düşünceler bütünüdür. Dinimiz İslam ise vahiy temelli bir inanç sistemine dayanarak, insanın yaratılış gayesini ve yaşam biçimini belirler. Filozofların nedensellik anlayışı, Allah’ın mutlak iradesini sınırlandıracağından, kabul etmemiz mümkün değildir.

Bizler, İbn-i Sina, Farabi ve İbn-i Rüşd gibi felsefeyi İslam’la uzlaştırıp, şeriatı karşımıza alıp, küfür içinde olanlardan olmayacağız. Aksine, İmam Gazali gibi felsefenin çelişkilerini ortaya koyarak muzaffer olacağız.  Mutlak hakikatin tarafında duracağız.

İbn-i Sina, öldükten sonra sadece ruhun dirileceğini söylemiştir. Oysa İslam’a göre insanların hem beden hem de ruhları dirilecektir. İbn-i Sina, Kur’an’da ayet olan bu misali, yalnızca akıl üzerinden yorumladığından dolayı hüsrana uğrayanlardan olmuştur.

 Felsefecilerin janti duruşlarının yanı sıra kendi içlerindeki çelişkilerini de izah etmek gerekir. Jean Jacques Rousseau, “Toplum Sözleşmesi” kitabında toplumsal eğitim ve ahlakın önemini vurgulamaktadır. Ancak kendi çocuklarını yetimhaneye terk etmiştir. Karl Marx, emeği ve eşitliği savunmuştur. Ama hayatı boyunca başkalarının maddi desteğiyle yaşamıştır. Ayrıca ailesini ciddi ekonomik zorluklara sürüklemiştir. Sartre, bireysel özgürlüğü ve sorumluluğu savunmasına rağmen özel hayatında birçok manipülatif ilişkiler yaşamış ve öğrencileri üzerinde baskıcı bir otorite kurmuştur.

Hasılı kelam, felsefenin derin düşünce ve akıl yürütme sanatı olarak büyük bir değeri olsa da mutlak gerçeklere ulaşmak yerine sürekli tartışmalara ve çelişkilere yol açtığı görülmektedir. Felsefecilerin bireysel karakterleri ve yaşamlarına baktığımızda da çoğu zaman düşünce sistemlerinin kişisel ön yargılar ve yaşam deneyimlerinden şekillendiği anlaşılmaktadır. Bu sebeple, felsefeyi “mutlak hakikat” olarak görmek yanlıştır. Felsefe yalnızca bir zihin egzersizi ve insan düşüncesinin tarihsel kaydıdır.  

 



Ramazan Musluoglu

İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.